26 Ocak 2009 Pazartesi

MISIR BEBEKLERİ


Trabzon'un sisli dağlarındaki mısır tarlaları,
oyuncakçı dükkânından farksızdır köy çocukları için.Mısır koçanından yapılan bebekler kız çocukların kollarında uyutulurken, erkek çocuklar mısır püskülünden bıyık ve saç yaparak komik olma yarışına girişirler.
Mısırı elinde oyuncak yapan çocuklardan biri olarak, ben, Kızılderili çocukların da aynı oyuncaklarla oynadıklarını bilmezdim.Mısır koçanından yapılan bebekler, Amerikan yerlileri tarafından kutsal törenlerde de kullanılırdı. 'Altı Uluslar' olarak da anılan ıraquois (İrakualar) yerlileri bu bebekleri rüyalara karşılık olarak yaparlardı.Mısır bebekleri tören sonrasında rüyadaki kötü ruhu kovmak amacıyla kırılırdı.

YARALI ÇOCUKLAR

Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği'ne üye olan ülkelerin, dünya silah ticaretinden ne kadar pay aldığını biliyor musunuz? Yüzde %80!..Bu oran bizlere, sözkonusu ülkelerin "Barış" söylemlerine itibar etmememiz konusunda bir uyarıdır.UNİCEF,1990'lı yıllarda iki milyon çocuğun silahlı çatışmalarda öldüğünü,üç katının ise sakat kaldığını bildirmiştir.Ölen çocukların sayısının yüzde 80'i, bir milyon altı yüz bin cansız,küçük beden demektir; ama bu ülkelerin 'uygar' olduğunun da altını çizmemiz gerekiyor.Uygarlar; ama kusursuz değiller.Kusurun ne olduğunu insanın canını alıp eşyalara zarar vermeyen nötron bombası için İsmail Uyaroğlu'nun yazdığı şiirden öğreniyoruz:

Yalnız bir ufak kusuru
Var bu bombanın
Oyuncağını bırakıyor,çocuğunu götürüyor
O kadar olacak artık, hoş görün
Neye yarar yoksa
Bunca teknik gelişme
Bir çocuğu bile
Öldüremedikten sonra

ANNE FRANK ÜŞÜYOR

Frank ailesi büyük kızı Margot'ya, 5 temmuz 1942 tarihinde toplama kamplarına gönderileceğini haber veren celp kağıdı gelir.Ertesi gün Otto Frank, Amsterdam'ın kanallarından birine bakan işyerinin arka odalarında eşi ve iki kızıyla birlikte Nazilerden saklanmaya başlar. Küçük kızları Anne, "Kitty" adını verdiği bir günlük tutmaktadır. Gizli bölmeye Peter adında oğulları olan Van Pels ailesi ve yaşlı diş doktoru Fritz Pfeffer de katılır. Sekiz insanın bir tek suçu vardır: Yahudi olmak!

Anne Frank için karanlık günlerin başlangıcı olan 1935 yılında, Yahudi çocukları aşağılamak üzere faşistler tarafından çekilen bir fotoğraf Berlin duvarlarına asılır.Gülümseyen bir kız ve erkek çocuğun görüldüğü fotoğrafın altında şu yazılıdır kocaman harflerle: "İki harika ari çocuk"... Alman ırkçılığının ve buna karşı olarak da Yahudi düşmanlığını körüklemek amacıyla fotoğrafı çekilen çocukların adları Herbert Levy ve Ellen Eva'dır...Ve bu 'harika' çocuğun anne ve babaları Yahudidir!

Çocuğun kullanıldığı çirkin savaş propagandalarından biri de, 1990'lı yılların başında, Amerika'nın Irak'a saldırdığı Körfez Savaşı'nda yaşanır.Amerika Birleşik Devletleri'nin televizyon kanallarında bir Kuveytli kız, Saddam'ın çocukları işkence yaparak öldürdüğünü anlatır gözyaşları içinde. Zavallı kızın sözlerinden tüm dünya etkilenir ve bu haber sonrasında Amerika yanlılarının sayısında artış görülür. Oysa, kız çocuğunun babası Kuveyt'in ABD elçisidir ve savaş için yalan söylemeye zorlanan çocuk, hayatında bir kez olsun Kuveyt'e gitmemiştir.

25 Ocak 2009 Pazar

TURNA KUŞU


Atom bombası atıldığında iki yaşında olan Sadako, on iki yaşına geldiğinde radyasyonun etkisiyle yatağa düşer.Bir Japon inancına göre kağıttan bin turna yapanın dileği gerçekleşirmiş.Ölümün pençesine düştüğünü öğrenen Sadako, hasta yatağında başlar kağıttan turna kuşları yapmaya!

5mayıs 1957'de 'Atom Bombası Çocukları' adına bir anıt dikilir Hiroşima'ya. Anıtın tepesinde omzuna turna kuşu konmuş bir kız çocuğunun heykeli vardır.Sadako Sasaki' dir heykeldeki çocuk...646. turna kuşundan sonra gözlerini kapayan Sadako'nun etrafındaki rüzgâr, kağıtlardan yapılan binlerce turna kuşunu uçurur yaz kış. On binlerce küçük el, savaşlar olmasın diye Sadako'nun bıraktığı yerden turna yapmayı hâlâ sürdürmektedir.




OYUNCAKÇI AMCA

Oyuncakçı amca,
Ne çok oyuncakların var;
Top, tank, tüfek, tabanca...
Gövdem titriyor,
Onlara bakınca!

N'olursun oyuncakçı amca,
Bundan böyle bizlere,
Oyuncak tüfekler yerine,
Ak yelkenli bir gemi,
Bir de süslü bebekler getir,
Unutma e mi?

Sonra oyuncakçı amca,
Senden aldığım tüfekleri,
Bozarak onlardan kuş yaptım,
Bana kızmazsın, değil mi?

(Kırdığımız Oyunaklar)

HUMBARA'DAN KUMBARA'YA

Humbara artık günümüzde kullanılmayan bir silahtır.Gülle şekllinde olan humbaranın içi metal parçacıkları şle doludur.Topla fırlatılan humbara, düştüğü yerde parçalanır ve etrafa birer mermi gibi dağılan parçacıklar insanların ölümüne yol açar.

Savaşların altında ekonomik çıkarların yattığını günümüzde artık çocuklar dahi biliyor.Kumbara,bu gerçeğin habercisiydi aslında; çünkü içini bozuk paralarla doldurduğumuz 'kumbara' sözcüğünün kökeni, bir silah olan 'humbara'dan gelmektedir.(Kırdığımız Oyuncaklar)




İşte benim çocukken harçlıklarımı biriktirdiğim kumbaram. Kenarında " Emniyet Sandığı" yazısı yeralıyordu. Paraları başının üstünde yer alan bölmeden atıyordum.Altında yarımay şeklinde bir alan vardı.İlk zamanlar burası kapalıydı.Sonradan bu alanı bıçak yardımı ile açmışız.(Annemle babamın izni dahilinde olsa gerek.Kendi başıma böyle bir şeye hem tehlikeli olduğu, hem de izin almadan teşebbüs edemezdim) İçinde epey bozuk para birikmişti.Hınzır arkadaşlarımdan birinin verdiği dahiyane fikirle, gidip alt bölmeden bozukluk almaya başladım.(Hiç kolay olmuyordu elbette.Çünkü paralar kolay gelmiyordu ve ben küçük çocuk parmaklarımı içine sokmak zorunda kalıyordum.Bu işi yaparken de parmaklarım yaralanıyordu,kimi zaman da kanıyordu)Paraları ne mi yapıyordum? Elbette bakkala gidip, sakız, leblebi tozu, dido falan alıyorduk. Bir süre sonra annem temizlik yaparken toz aldığı sırada kumbaranın hafiflediğini farketmiş olmalı.Beni karşısına aldı ve kumbaramdan para alıp, almadığımı sordu.Ben de açık ve net bir şekilde aldığımı söyledim.Ne de olsa o paralar benimdi ve istediğim gibi harcardım.Ancak annem bunu yapmamın doğru olmadığını, kumbaradan para aşırmanın değil; para biriktirmenin asıl amaç olduğunu anlattı.Üstelik neden hep ben para harcıyordum acaba? Neden arkadaşım hiç ısmarlamıyordu?Bir düşünmeliydim. Gerçekten o an kullanıldığımı ve paramın ne kadar azaldığını anladım. Bir daha da ellerim kanamadı.

Ne yazık ki, o da birgün kayıplar listesinde yerini aldı.Bu yazıyı okuduğumda internette kumbara resimlerine bakarken, benim kumbaramın aynısının fotoğrafını gördüm.Biranda o günlere geri döndüm; içim, parmaklarım acıdı.

24 Ocak 2009 Cumartesi

HER ÇOCUK BAŞKA BİR MELEK

Sevgili Doğasu. Yılbaşında ninesinin armağan ettiği (arkasındaki düğmeyi çevirdikçe elbisesi değişen) bebeği ile poz verirken ne de mutlu!















Adı: Çınar. O da yılbaşında hediye aldı. Siyah,havalı bir kadillak ve minik yarış arabası. keşfetmenin dayanılmaz mutluluğu gözlerinden okunuyordu.
Hüseyin. Kocaman, kaşlarına değen kirpiklerini kırpıştıra kırpıştıra bakan gözlerinde kötülük görebilir mi insan?
Irkı,kültürü,dili,dini ne olursa olsun.Onlar sadece çocuklar.Ve hepsi de masumlar.Barışı, insanlığı, doğayı, dünyayı,güzel olan herşeyi yok etmeye çabalıyoruz.Onlara borçluyuz.

KÜÇÜK KIZIN GURURU; BÜYÜK KIZIN UTANCI

Bugün Belediye Durağı'ndan metrobüse bindim, Levent'e gidiyorum.Haftasonu ve havanın bahardan emanet gibi olmasına rağmen çok kalabalık değildi.Henüz gençlikle çocukluk geçiş dönemi arasında sıkışmış bir genç "Buyur abla, otur."dedi ve yer verdi bana.Yolum uzun olduğu için, bana yer vermesine sevindim.Hemen kitabımı açtım, okumaya başladım ki, iki genç kız tam önümde durdular.Aralarında dikkatimi çeken bir konuşma başladı:


-Akşam, televizyonda Filistinli kızı seyrettin mi?
-Ay,evet.Ama üzüldüğüm ve dayanamadığım için kanalı değiştirdim.
-Evet ben de çok üzülüyorum.Ancak kanalı değiştiremedim.Biz onun yaşadıklarını yaşamadığımız halde,dayanamıyoruz, tahammül edemiyoruz.O ne yapsın? Kıza sordular "Senin için ne yapalım, aileni de Türkiye'ye getirelim mi? Kız ded ki : "Hayır! Ülkemi neden terk edeyim? Sadece ülkeme uygulanan ambargoyu kaldırsınlar!" Savaş olmasına rağmen, ülkesini terketmiyor. Gurura bak be!

Televizyonu seyretmemek, gerçekten görüntülere dayanamadığımız için mi; yoksa vicdanımızın sesini kısmak için mi? O görüntüleri ekranımızdan silebiliriz, ama hayattan asla!

Savaşa rağmen ülkesini terk etmeyen bir kız çocuğuna karşılık, ülkedeki olumsuzluklarla savaşmaktansa tercihini "UYGAR" bir ülkede yaşamaktan yana kullananlar.Sonra da eşine dostuna yurtdışından mailler yollayıp, "Vatan sevgisi, bölünmez bütünlük, şehitlerin kanıyla sulanmış kutsanmış toprakları "Ya sev; Ya terk et" sloganlarını yollamak.Garip çelişki doğrusu.

Bazılarımız ise, yaşanan savaşın sorumluluğunun tamamını Filistin Halkı'na yüklüyor: "Zamanında topraklarını İsrailliler'e satmasalardı, onları ülke sahibi yapmasalardı, şimdi bunlar olmayacaktı.Sen toprağını sat, sonra da zavallı durumuna düş.Satmayacaklardı.Satarlarsa sonuçlarına da katlanırlar, işte böyle"

Peki ya biz? İngiliz'e, Fransız'a, Alman'a, İtalyan'a ,Arap'a verimli topraklarımızı, zeytinliklerimizi dönüm dönüm ,(siteler, villalar yapılsın, "Ceplerimiz döviz görsün, hayatımız kurtulsun,bir oh diyelim" diye) satmadık mı? Fabrikalarımızı, devlet işletmelerimizi üç kuruşa vermedik mi?

Türk bildiğimiz pek çok marka artık bizim değil. O ürünleri üretenler artık biz değiliz, ama bazıları hâlâ kuruluş adları ile varlıklarını sürdürüyorlar. Memleketimin insanı da ismi Türkçe görünce, kendi malı sanıp alıyor.Hani bir zamanlar kutladığımız "YERLİ MALI HAFTASI"nda bize öğrettikleri slogana ne oldu?

TÜRK MALI, YURDUN MALI ONU HERKES KULLANMALI" ???

VURULDUK EY HALKIM UNUTMA BİZİ!

Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.

Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.

Vurulduk ey halkım, unutma bizi…

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

19 Ocak 2009 Pazartesi

Հրանդ Տինք - FIRAT - HRANT DİNK

d. 15 Eylül 1954, Malatya - ö. 19 Ocak 2007, İstanbul)
Bugün Şişli'de Halaskârgazi Caddesi üzerindeki Agos Gazetesi'nin önünde binlerce sızlayan yürek bir olduk.

14 Ocak 2009 Çarşamba

KIRDIĞIMIZ OYUNCAKLAR























Şu sıralar büyük bir heyecanla okuyorum, "KIRDIĞIMIZ OYUNCAKLAR"ı.
Bu kitabı; 2005 yılında Tüyap Kitap Fuarı'nda, değerli sanatçımız, oyuncak dostu,Sunay Akın'ın güzel temennileri ile aldım. Okuma işini hep erteledim.Çünkü bu kitap beni çocukluk yıllarıma götürüyordu ve üzülerek hatırladığım oyuncaklarım gözlerimin önünde beliriyordu.Ben uzun yıllar oyuncaklarımı sakladım.Onlara gözüm gibi baktım.(Çünkü onlar çocukluğumu benim için saklıyorlar, bünyelerinde muhafaza ediyorlardı.)Ta ki üniversiteye gidene dek. Ben evde yokken, sevgili annem temizlik esnasında pek çoğunu ortadan kaldırmış.kimini atmış, kimini de Mustafa'ya(dayımın oğlu,canım kardeşim) vermiş.Ben eve geldiğimde yerlerinde göremeyince büyük üzüntü yaşamıştım. Bedenim parçalara ayrılmış ve uzaklara savrulmuştu.


Size biraz onlardan sözetmek ve de öncelikle bebeklerimden başlamak istiyorum:Sahip olduğum ilk iki bebek:İlkinin hammaddesi naylondu.Elimde biraz sıkı tutsam, parmağım içine girer ve düzeltmek için oldukça uğraşmak zorunda kalırdım.Rengi oldukça koyu, gözleri ise mavi idi.İlk bakışta onun zenci bebeklere öykünülerek yapıldığını hemen anlıyordunuz. Bu bebek oldukça gürbüz görünümlüydü.(Ne büyük bir tezat aslında.Afrika'daki pek çok zenci bebeğin açlıktan kemikleri sayılırken, bu bebek sanki olması gerekeni anlatıyordu) Üzerinde, gözlerinin rengine uygun açık mavi renkte, yazlık, askılı bir elbise vardı. Omuzlarından sırtına doğru uzanan askıları, çapraz şekilde birleşiyorlardı.(Bu elbiseyi dikiş konusunda değme terzilere taş çıkartacak kadar iyi olan Gülannem dikmişti) Bu bebeği büyük bir ihtimalle Nursel Ablam (büyüdüğü ve bebeklerle oynamaktan vazgeçtiği için) vermişti.




İkinci bebeğimi hatırladığım kadarıyla annemle babam almıştı.Darbelere karşı dayanıklı olsun diye, sert bir maddeden yapılmıştı.Kolay kolay zarar görecek gibi değildi.Yatırdığım zaman yeşil-mavi karışımı renge sahip, uzun kirpikleri olan güzel gözleri kapanırdı.Bir de yatarken kısa ama etkileyici şekilde ağlardı.Sebebini bilemediğim bir öfke nöbeti sırasında, hırsımı alamamış olmalıyım ki( bir de onun zarar görmeyeceğini, çok dayanıklı olduğunu düşünerek) bebeği bacaklarından tuttuğum gibi başını duvara vurdum.Bir anda cılız, bozuk ama uzunca bir ağlama sesi çıkardı.Bu sesle kendime geldim. Hemen bebeğimi dik konuma getirdim.Ne yazık ki, darbenin etkisiyle gözleri içine kaçmıştı.Bir anda içimi büyük bir vicdan azabı sardı( ve bu azap yıllar geçtikçe hüzne ve acımaya dönüştü) Bebeğimi kör etmiştim. Artık ne ağlıyor, ne de gözlerini açıp-kapatabiliyordu. Ben daha yaşadıklarımın şokunu atlatamamışken, annem geldi ve bana " Ne yaptın? Bak bebeğini kör ettin! Artık eskisi gibi olamayacak!" demez mi? O anda zaman durdu.Ben, zamanın geri gitmek, bebeğimi kurtarmak için duruduğunu düşündüm.Meğer duran zaman değil, benim zihnimmiş. Bu olaydan sonra uzun zaman bebeğimle oynayamadım.Her aklıma geldiğinde o azap da geri geliyordu.Bir taraftan da neden bu kadar kolay kırıldığına kızıyordum.(Üzüntümü hafifletmek için olmalı) Hatta kıyafetlerini bile çıkarmıştım, kızdığım için.Arada bebeğimi alıp,babamın yanına gidiyor, "Hadi senin ince testerenle kafasının birleştiği yerden keselim, gözlerini tamir edelim"diye başının etini yiyordum.Sonunda benden bıkan babam, dediğimi yapmaya karar verdi.Ancak bebeğim o kadar sertti ki, kesmekte başarılı olmadı.Bana da "Artık böyle oynayacaksın onunla.Bak kesilmiyor" dedi. Mecbur durumu kabullenmeye çalıştım,ama beceremedim.Sonunda onu, rahat edeceği, huzur bulacağına inandığım, elbise dolabıma kaldırdım.Oynamaya doyamadan erkenden ayrıldık,onunla. Ben büyüdüm, ama hiç unutmadım ilk bebeklerimi.Diğer oyuncaklar gibi onların kaderi de başka çocuklara gitmek oldu.(Benden habersiz) Vedalaşamadık bile onlarla.Keşke hep benimle kalabilselerdi.Belki kör olan bebeğimi tamir etme şansım da olurdu.




Bebeklerimden en şanslısı ve en havalısı ise Ebru Halam'ın Almanya gezisinden getirdiği bebektir. Gitmeden önce bize gelmiş ve bana ne istediğimi sormuştu.Ben de bebek istemiştim(her küçük kız gibi) Halam siparişimi vermek için geldiğinde, müthiş heycanlanmıştım.Daha kapıda,içeriye girmeden bebeğimi sorduğumda "Ay, ben senin bebeğini unuttum."demez mi? Ben başladım ağlamaya.Böyle bir tepki vereceğimi kimse tahmin etmedi herhalde. Babam ve annem (biraz da utandıkları için herhalde) " Çok ayıp, sen halanı mı bekliyordun, bebek mi?" dediklerinde, çocuklara has dürüstlükle "Bebeğimi! Bana söz verdi, ama söz verdi!" deyiverdim.Daha fazla beni üzmek istemeyen halam poşetten bebeği çıkarıverdi. Ben hem utanarak, hem de büyük bir merak ve heyecanla elimi uzattım, alıverdim,beklediğimi.Ona gözüm gibi baktım.Biraz oynadıktan sonra başka çocuklar almasın, oynamasın, başına birşey gelmesin ve süsmüş gibi görünsün diye, büfenin üstüne konuldu.Sonra da gerçekten süs oldu.Yıllarca orada kaldı.Arada sırada oynadım.Elbiseleri ne kadar da gerçek gibiydi.Kırmızı deriden, kolsuz bir gömleği, lacivert-beyaz çizgili bir eteği, üstünde beyaz ponponu olan ve başında yan duran,siyah bir şapkası, papuçları ve çorapları, bir de diğer bebeklerde o zamanlar olmayan beyaz bir külodu vardı.Belki de büfenin üzerinden başka bir yerde durmadığı için, özel olduğu anlamı üzerine yüklendiğinden, annem onu kimselere vermedi. Hâlâ benimle beraber.Tanıştırayım :


















Bir diğer oyuncağım, babamın hediyesi olan küçük piyanodur. Onu paketinden çıkardığımda şaşkınlıktan nutkum tutulmuştu.1970'li yıllar için olağanüstü bir oyuncaktı.Sabah ilk işim onu arkadaşlarımla tanıştırmak oldu.İlk tanışma, komşumuz Gülhanım Teyze'nin torunu(anne ve babası Almanya'da gurbetçilerindendi) Sema ile gerçekleşti. Sema önce ne olduğunu algılayamadı.Ta ki ben tuşlarına basıp, bir şeyler çalamayıncaya dek. Ben demirli pencerenin içinde , o dışında piyanoyu keşfetmeye çalıştık.Piyanoma da,gözüm gibi bakıyordum. Evimize gelen çocuklar onu görür de alırlar diye, büfenin içinde saklıyordum.bebeğim büfenin üstündeydi ve albenisi olsa da bebekti.Ancak piyanonun acayip bir çekim gücü vardı.Hangi çocuk olsa,görür görmez ona dokunmak isteyecek ve bu istek önü alınmaz şeklide o kişiyi sarıp sarmalayacak ve...Büyüdüm, ama hayranlığım ve keşfim hiç bitmedi.Bazen elime alır değişik şekillerde tuşlarına basar ve kendimce melodiler çıkarmaya çalışır, çocuk oluveririm.


















UFUK. Sahip olduğum ilk oyuncağım. Ben, Bakırköy-Yenimahalle-Sümerbank Evleri'nde dünyaya gelmişim.Bu evler iki katlıydı.Üst katında kiracı olarak 3 çocuklu(Metin Abi, Sibel Abla,Sevgi Abla) bir aile(Nermin-Sahip Kıratlı= Komşu Annem ve Komşu Babam) yaşıyordu.Biz alt katta idik.Beni çocuklarından biri gibi severlerdi.Emeklemeye başladığımda gizlice merdivenlerden çıkar, yukarı kattaki kalabalık aileye katılırmışım.Komşu Annem'in kız kardeşi Almanya'daymış.Bir de oğlu varmış; Ufuk. Benim doğduğum haberini alınca, Türkiye'ye izine geldiklerinde bana oradan bir oyuncak getirmişler.Annem de oyuncağımın ismini UFUK koymuş.Biz o evden, ben 2,5 yaşındayken Küçükçekmece-Tepeüstü'nden ev aldığımız için taşımak zorunda kaldık.Ama bu ayrılığa ve yeni eve annemle ben, 1-1,5 yıl kadar alışamadık.Ben sürekli "Anne evimize gidelim, ben burayı sevmedim."; annem ise "Buralara nasıl alışacağım?"diye ağlayıp durmuştuk.Ama zamanla insan herşeye alışıyor. Yenimahalle'den, Komşu Annemler'den, Ufuk Abi'den tek kalan hatıra olark sakladım, mızıka çalan çocuğu.Nedendir bilmem, hep bana mahsun, garip gelmiştir,Ufuk.Belki Ufuk Abi'nin annesini gencecik yaşta göğüs kanserinden kaybetmesinden, belki de yaşadığım ayrılık acısıyla bu mızıkacı çocuğu özdeşleştirdiğimden.Kimbilir?