26 Nisan 2009 Pazar
DELİ DELİ OLMA
"DELİ DELİ OLMA" sözü Kars'ta “Aklını başına al” anlamında kullanılılıyormuş.
Bu filme Döne ile birlikte gittik.Tam bir insanlık durumu hikâyesi. Çok duru,temiz ve içten bir anlatım.Mişka(93 Harbi'nde Çar'ın zoru ile Kars'a göç eden Malakan Kavmi'nin son temsilcisi) ile köyün korkusundan titrediği yaşlı,huysuz kadın Popuç'un arasındaki ilişkiyi anlatıyor.Popuç ölesiye bir kin ve nefret duymaktadır Mişka'ya.Buna karşılık Popuç'un küçük kız torunu tam tersi bir arkadaşlık kurar, Mişka ile ve hikâye bir piyano etrafında gelişir.Senaryonun dışında beni etkileyen; doğa görüntüleriydi.Filmi uzun uzun anlatmayacağım.merak edin ve seyredin istiyorum,çünkü.
NOT: Film eksi 28 derecede çekilmiş.Sırf bu zorluğa karşın verilen emek için bile gidilir bu filme.
Bu arada Levent Tülek'in oyunculuğuna da diyecek yok doğrusu.
SLUMDOG MILLIONAIRE
Ancak dediğim gibi son 20 dakikaya kadar.Sonu klasik Bollywood tarzında Mutlu, masalsı sonlardan hoşlananların seveceği bir tarz.Şimdiden iyi seyirler dilerim.
30 Mart 2009 Pazartesi
28 Mart 2009 Cumartesi
GÜRBÜZ ERGİNER (Quetzalcoatl)
1994-1998 yıllarında her dersinde bize verdiği bilgiler,anlattıkları karşısında hayranlığımız kat kat artardı kendisine.Özellikle mitoloji alanında anlattıklarıyla biz efsaneler arasında müthiş yolculuklar yaşadık.
İnsanlarla bir süre yaşadın,onlara doğruları gösterdin ve uygarlığı öğrettikten sonra göklere geri döndün;göksel suların ve rüzgarların,sabah yıldızının ilahı Quetzalcoatl !
ZAMANIMIZIN PARADOKSU
Tarih icinde zamanımızın paradoksunu soyle sıralayabiliriz :
Daha yuksek binalarımız,
ama daha kısa sabrımız var;
daha genis oto yollarımız,
ama daha dar bakış açılarımız var.
Daha çok harcıyoruz,
ama daha az seye sahibiz;
daha fazla satın alıyoruz,
ama daha az hoşnut kalıyoruz.
Daha buyuk evlerimiz,
ama daha küçük ailelerimiz;
daha cok ev gereçleri,
ama daha az zamanımız var.
Daha cok eğitimimiz,
ama daha az sağduyumuz;
daha fazla bilgimiz,
ama daha az bilgeliğimiz var.
Daha cok uzmanımız,
ama yine de daha çok sorunumuz;
daha cok ilacımız,
ama daha az sağlığımız var.
Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz,
çok savurganca para harcıyoruz,
çok az gülüyoruz,
çok hızlı araba kullanıyor,
çok cabuk kızıyoruz,
çok geç saatlere kadar oturuyor,
çok yorgun kalkıyoruz,
çok az okuyor
çok fazla TV izliyoruz
ve çok ender şükrediyoruz.
Mal varlıklarımızı çoğalttık,
ama değerlerimizi azalttık.
Çok konuşuyoruz,
çok az seviyoruz
ve çok sık nefret ediyoruz.
Gecimimizi sağlamayi öğrendik,
ama yaşam kurmayı öğrenemedik.
Yaşamımıza yıllar kattık,
ama yıllara yaşam katamadık.
Aya gidip gelmeyi öğrendik,
Ama yeni komsumuzla karşılaşmamak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var.Dış Uzayı fethettik,
ama iç dünyamızı edemedik.
Daha büyük isler yaptık,
Ama daha iyi işler yapamadık. Havayı temizledik,
ama ruhumuzu kirlettik.
Atoma hükmettik,
Ama önyargılarımıza edemedik.
Daha çok yazıyoruz,
ama daha az öğreniyoruz.
Daha çok plan yapıyoruz,
daha az sonuca varıyoruz.
Koşuşmayı öğrendik,
ama beklemeyi öğrenemedik.
Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak icin daha cok bilgisayarlar yapıyoruz,
ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.
Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ iliskilerin zamanıdır. Günümüzz artık, iki maaşın girdigi
ama bosanmaların daha cok oldugu,
daha süslü evler,
ama dağılmış yuvalarin olduğu günlerdir.
Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atilan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendigi,
ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız.
KARA DELİKLER , BEBEK EVRENLER
19 Mart 2009 Perşembe
13 Şubat 2009 Cuma
SAİNT VALENTİNE
Efsaneye göre bütün tanrı ve tanrıçaların kraliçesi Juno (Yunan Mitolojisinde Hera), aynı zamanda kadınların koruyucusudur ve tanrıların kralı Zeus ile evlenmekle evlilik tanrıçası unvanını da almıştır. Eski Romalılar için Juno ve Zeus’un evliliği kutsaldır ve hatırlayalım ki bu evlilikten olan savaş tanrısı Mars, Roma’nın kurucusu Romulus’un babasıdır. Her 14 Şubat’ta tanrıça Juno adına yapılan kutsama töreninden bir gün sonra, baharın başlangıcı olarak kabul edilen 15 Şubat’ta, geçen bir yılın günahlarından arınmak; kadınların doğurganlığını, tarlaların verimliliğini artırmak ve sürülerin çoğalmasını sağlamak için “Lupercalia Festivali” adında bereket şenlikleri yapılmaktadır.
Genç kızlar 14 Şubat akşamı üzerine isimlerini yazdıkları parşömenleri ya da taşları büyük bir çömleğe bırakmakta, yani tanrıça Juno’ya sunmakta, 15 Şubat’ta bu çömlekten kendi isimlerini çeken genç erkeklerle birlikte olmaktadırlar.
Eski Roma’nın Hıristiyanlığı kabul etmesinden yüzyıllar önce başlayan ve pagan inançları doğrultusunda yapılan bu şenlikler Büyük Constantius’un Hıristiyanlığı resmen kabul etmesinden sonra da kilisenin rahatsızlığına rağmen devam eder. Gençlerin bu aşk festivalinden vazgeçmeye hiç mi hiç niyeti yoktur. Ancak Hıristiyanlığın güçlendiği M.S. 498’de Papa, ahlak dışı olarak ilan ettiği aşk kurasını ve pagan şenliklerini yasaklar. Ne var ki, şenlikleri yasaklamanın yeterli olmayacağının farkındadır ve bu boşluğu Hıristiyan öğretisine uygun, gençlerin de gönlünü hoş tutacak bir efsaneyle doldurarak sorunu çözer. 14 Şubat’ı da Aziz Valentine Günü olarak ilan eder:
EFSANELERİ:
Roma’da tahtı ele geçiren II. Cladius'un kuvvetli bir orduya ihtiyacı vardır.Ne var ki, Lupercalia Festivali'nde birlikte oldukları kızlarla evlenip yuvalarını kuran erkekler, ailelerini bırakıp savaşa gitmek istememektedirler. Çareyi ikinci bir emre kadar bütün evlilikleri yasaklamakta bulan İmparator, bu sayede oluşturduğu görkemli ordusuyla zaferlerine yenilerini eklerken, gençler de sevdiklerine kavuşamadan savaş meydanlarında ölüp gitmektedirler. Hıristiyan rahip yandan kutsal öğretilerini yayarken, bir yandan da genç âşıkları Hıristiyan inançlarına uygun bir şekilde gizlice evlendirmektedir. İmparator, Aziz Valentine’in izini bulmakta zorlanmaz. Valentine karanlık zindanda ölümünü beklerken,gardiyanı da üzüntü içindedir ve Gözleri görmeyen güzeller güzeli kız kardeşi Julia’dan rahip için her gün yemek hazırlayıp getirmesini ister. Gizli görüşmelerde rahiple kız birbirlerine aşık olurlar.Ne var ki tam da yürekleri aşk ateşiyle yanarken, Valentine için ölüm emri gelir… İdama gitmeden önce gardiyana kız kardeşi Julia’ya vermesi için bir kâğıt uzatan Valentine başı kesilerek idam edilir. Kartı eline alan Julia’nın gözleri de o anda açılır. Kartta, Valentine’in kanıyla çizdiği bir kalp vardır ve altında “From your Valentine” yazmaktadır.
Kilise 14 Şubat’ı Aziz Valentine Günü şlan eder.Nitekim 1415 yılında esir düşüp hapse atılan Orleans Dükü Charles, 14 Şubat’ta sevgilisine bir kart yollar. Zamanla sevgililere kart yazmak bir gelenek halini alır. Nihayetinde Amerikalıların 1800’lü yıllarda 14 Şubat’ı yeniden keşfetmesiyle, önce ilk ticari “Sevgililer Günü” kartları piyasaya sunulur, ardından kartın yerini değerli hediyeler almaya başlar.
Nitekim 1415 yılında esir düşüp hapse atılan Orleans Dükü Charles, 14 Şubat’ta sevgilisine bir kart yollar. Zamanla sevgililere kart yazmak bir gelenek halini alır. Nihayetinde Amerikalıların 1800’lü yıllarda 14 Şubat’ı yeniden keşfetmesiyle, önce ilk ticari “Sevgililer Günü” kartları piyasaya sunulur, ardından kartın yerini değerli hediyeler almaya başlar.
12 Şubat 2009 Perşembe
MAVİ
FİZİKSEL ÖZELLİKLERİ:Mavinin sakinleştirici ve dinlendirici özelliği olduğu gibi yüksek nabız,hipertansiyon ve ateşli hastalıklarda tedavi için kullanıldığında iyi bir şifacıdır.Bir başka deyimle kırmızının panzehiridir.Adet kanamaları ve adet sonlarında hanımlar bu rengi denge için kullanabilirler.
NOT:Sakinleştirici ve dinlendirici özelliğinden ötürü, Avrupa'da köprülerin korkulukları maviye boyanıyormuş. İntihar girişimleri engellensin, diye.
7 Şubat 2009 Cumartesi
SİCİLYA'DAKİ ÖLÜLER EVİ
En yaşlısı 16'ıncı yüzyıldan kalma olan mumyalar arasında soylular, rahipler, bürokratlar ağırlıkta.Batı kültüründe ölü bedenler genel olarak ortada pek sık görülmez –üzeri örtülür ölümün, gözlerden saklanır. Burada ise ölüm gözler önünde; esrarengiz duruşlarından sanki kişisel tavırları ve özellikleri okunuyor. Cesetleri pek de sağlıklı sayılamayacak bir ilgiyle incelerken –demek ki ölüm işte böyle bir şeymiş–, yaşayanlarla ölüler arasındaki en büyük farkın, ölülere, yaşayan insanların asla hoş görmeyeceği bir şekilde, çok yakından, büyük bir merakla, gözlerinizi dikip bakabilmek olduğunu fark ediyorum.
Mumyalar içinde en gencinin ise 1918'de doğup 1920'de ölen iki yaşındaki Lombardo isimli kız çocuğuna ait olduğu açıklanıyor.
Doktor Solafia tarafından hazırlanan bira ağırlıklı bir sıvının içinde korunan bu ceset, cam bir tabutun içinde sergileniyor ve bu sıvının içeriği henüz tam olarak bilinmiyor.( Yazı: A.A.Gill)
Fotoğraflar ve bilgiler:Natıonal Geographıc
KÜRT KIZLARIN SÜNNET ÇİLESİ
Yaşadığı belki de acısından üsütün geldi ki, avazı çıktığı kadar bağırdı korkudan!
Kadın nüfusunun yüzde 60'tan fazlasının sünnet edildiği Kuzey Irak'ta yetkililer, dünyanın dikkatini bu konuya çekmemek için, genç kızlarda fiziksel ve psikolojik sorunlara yol açan bu işlemi yasadışı ilan etmeye yanaşmıyor.Daha çok Afrika ülkeleri ve Ortadoğu'nun bir bölümünde görülen kadın sünnetinin dünyada en yaygın olduğu bölgeler arasında Kuzey Irak da ilk sıralarda yer alıyor.
Kadının cinsel arzularını kontrol altına almayı ve ruhunu temizlemeyi temel edinen bir yöntem.Kürt kızlarına uygulanan ve sağlık açısından hiçbir yararı bulunmayan bu işlemi “Allah için” yaptıklarını söylüyorlar. (İşin acı tarafı da bunu yapan yine bir kadın)
Bölgesel yönetimin insan haklarından sorumlu bakanı Yusuf Muhamed Aziz, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, 'toplumu ilgilendiren tüm küçük sorunlarla ilgili yasa çıkartmanın gerekli olmadığını' söyledi.
ISSIZ ADAM
Eşimle birlikte seyrettik filmi.Salonda genelde hep çiftler vardı.Kimi evli, kimi nişanlı, kimi de flört ediyor.Bazıları da "Hayat Arkadaşlığı" nda epey yol katetmiş. (ve eminim erkekler yanlarındaki bayanların ısrarları ile gelmişler)
Filmin sıradan bir konusu var, aslında.Evet aslında sıradan bir konu.Ancak Çağan Irmak bu sıradanlığın içine biraz aşk,azıcık cinsellik, bir ayrılık, biraz komedi,bolca nostalji (müziklerle)eklemiş ve seyirciye sunmuş.Özellikle de kadınlara hitap eden bir film.İçeriğinde, kadınları erkekler terkettiklerinde, kadınlara acı yaşattıklarında sonlarının nasıl olacağına dair açık seçik ve bolca mesajlar veriyor.Yani kadınlara tercüman oluyor:
"Yaaaa, işte bakın! Eğer elinizdekinin kıymetini bilmez, ondan vazgeçer ve terkederseniz mahvolursunuz, bitersiniz, tükenirsiniz, yaşayan ölüden farkınız kalmaz! Ona göre ayağınızı denk alın! Kadrimizi kıymetimizi bilin!"
Afişine bakınca bile anlıyorsunuz aslında konusunu.İleriye, geleceğe umutla, bakan mutlu kıza karşılık; terketmenin acısıyla yıkılmış ama kuyruğu dik tutmaya çalışan(bunun için de bir yere dayanmış), aklı, fikri, hayalleri, umutları, gözleri genç kadında takılı kalmış genç adam figürü.
Hayat bu her biten ilişki böyle sonlanacak diye bir kural yok, bence.
HAMAS'IN GELİNİ
"İslâm yolunda şehit olacak çocuklar yetiştireceğim."
Bir genç kadın neden "Hayata, benim yaşamıma güzellikler katacak evlatlar yetiştirmek istiyorum" yerine doğmamış çocuklarına vakitsiz ölümler yakıştırır?
26 Ocak 2009 Pazartesi
MISIR BEBEKLERİ
YARALI ÇOCUKLAR
Yalnız bir ufak kusuru
Var bu bombanın
Oyuncağını bırakıyor,çocuğunu götürüyor
O kadar olacak artık, hoş görün
Neye yarar yoksa
Bunca teknik gelişme
Bir çocuğu bile
Öldüremedikten sonra
ANNE FRANK ÜŞÜYOR
Anne Frank için karanlık günlerin başlangıcı olan 1935 yılında, Yahudi çocukları aşağılamak üzere faşistler tarafından çekilen bir fotoğraf Berlin duvarlarına asılır.Gülümseyen bir kız ve erkek çocuğun görüldüğü fotoğrafın altında şu yazılıdır kocaman harflerle: "İki harika ari çocuk"... Alman ırkçılığının ve buna karşı olarak da Yahudi düşmanlığını körüklemek amacıyla fotoğrafı çekilen çocukların adları Herbert Levy ve Ellen Eva'dır...Ve bu 'harika' çocuğun anne ve babaları Yahudidir!
Çocuğun kullanıldığı çirkin savaş propagandalarından biri de, 1990'lı yılların başında, Amerika'nın Irak'a saldırdığı Körfez Savaşı'nda yaşanır.Amerika Birleşik Devletleri'nin televizyon kanallarında bir Kuveytli kız, Saddam'ın çocukları işkence yaparak öldürdüğünü anlatır gözyaşları içinde. Zavallı kızın sözlerinden tüm dünya etkilenir ve bu haber sonrasında Amerika yanlılarının sayısında artış görülür. Oysa, kız çocuğunun babası Kuveyt'in ABD elçisidir ve savaş için yalan söylemeye zorlanan çocuk, hayatında bir kez olsun Kuveyt'e gitmemiştir.
25 Ocak 2009 Pazar
TURNA KUŞU
Atom bombası atıldığında iki yaşında olan Sadako, on iki yaşına geldiğinde radyasyonun etkisiyle yatağa düşer.Bir Japon inancına göre kağıttan bin turna yapanın dileği gerçekleşirmiş.Ölümün pençesine düştüğünü öğrenen Sadako, hasta yatağında başlar kağıttan turna kuşları yapmaya!
OYUNCAKÇI AMCA
Ne çok oyuncakların var;
Top, tank, tüfek, tabanca...
Gövdem titriyor,
Onlara bakınca!
N'olursun oyuncakçı amca,
Bundan böyle bizlere,
Oyuncak tüfekler yerine,
Ak yelkenli bir gemi,
Bir de süslü bebekler getir,
Unutma e mi?
Sonra oyuncakçı amca,
Senden aldığım tüfekleri,
Bozarak onlardan kuş yaptım,
Bana kızmazsın, değil mi?
(Kırdığımız Oyunaklar)
HUMBARA'DAN KUMBARA'YA
Savaşların altında ekonomik çıkarların yattığını günümüzde artık çocuklar dahi biliyor.Kumbara,bu gerçeğin habercisiydi aslında; çünkü içini bozuk paralarla doldurduğumuz 'kumbara' sözcüğünün kökeni, bir silah olan 'humbara'dan gelmektedir.(Kırdığımız Oyuncaklar)
İşte benim çocukken harçlıklarımı biriktirdiğim kumbaram. Kenarında " Emniyet Sandığı" yazısı yeralıyordu. Paraları başının üstünde yer alan bölmeden atıyordum.Altında yarımay şeklinde bir alan vardı.İlk zamanlar burası kapalıydı.Sonradan bu alanı bıçak yardımı ile açmışız.(Annemle babamın izni dahilinde olsa gerek.Kendi başıma böyle bir şeye hem tehlikeli olduğu, hem de izin almadan teşebbüs edemezdim) İçinde epey bozuk para birikmişti.Hınzır arkadaşlarımdan birinin verdiği dahiyane fikirle, gidip alt bölmeden bozukluk almaya başladım.(Hiç kolay olmuyordu elbette.Çünkü paralar kolay gelmiyordu ve ben küçük çocuk parmaklarımı içine sokmak zorunda kalıyordum.Bu işi yaparken de parmaklarım yaralanıyordu,kimi zaman da kanıyordu)Paraları ne mi yapıyordum? Elbette bakkala gidip, sakız, leblebi tozu, dido falan alıyorduk. Bir süre sonra annem temizlik yaparken toz aldığı sırada kumbaranın hafiflediğini farketmiş olmalı.Beni karşısına aldı ve kumbaramdan para alıp, almadığımı sordu.Ben de açık ve net bir şekilde aldığımı söyledim.Ne de olsa o paralar benimdi ve istediğim gibi harcardım.Ancak annem bunu yapmamın doğru olmadığını, kumbaradan para aşırmanın değil; para biriktirmenin asıl amaç olduğunu anlattı.Üstelik neden hep ben para harcıyordum acaba? Neden arkadaşım hiç ısmarlamıyordu?Bir düşünmeliydim. Gerçekten o an kullanıldığımı ve paramın ne kadar azaldığını anladım. Bir daha da ellerim kanamadı.
Ne yazık ki, o da birgün kayıplar listesinde yerini aldı.Bu yazıyı okuduğumda internette kumbara resimlerine bakarken, benim kumbaramın aynısının fotoğrafını gördüm.Biranda o günlere geri döndüm; içim, parmaklarım acıdı.
24 Ocak 2009 Cumartesi
HER ÇOCUK BAŞKA BİR MELEK
KÜÇÜK KIZIN GURURU; BÜYÜK KIZIN UTANCI
-Akşam, televizyonda Filistinli kızı seyrettin mi?
-Ay,evet.Ama üzüldüğüm ve dayanamadığım için kanalı değiştirdim.
-Evet ben de çok üzülüyorum.Ancak kanalı değiştiremedim.Biz onun yaşadıklarını yaşamadığımız halde,dayanamıyoruz, tahammül edemiyoruz.O ne yapsın? Kıza sordular "Senin için ne yapalım, aileni de Türkiye'ye getirelim mi? Kız ded ki : "Hayır! Ülkemi neden terk edeyim? Sadece ülkeme uygulanan ambargoyu kaldırsınlar!" Savaş olmasına rağmen, ülkesini terketmiyor. Gurura bak be!
Televizyonu seyretmemek, gerçekten görüntülere dayanamadığımız için mi; yoksa vicdanımızın sesini kısmak için mi? O görüntüleri ekranımızdan silebiliriz, ama hayattan asla!
Savaşa rağmen ülkesini terk etmeyen bir kız çocuğuna karşılık, ülkedeki olumsuzluklarla savaşmaktansa tercihini "UYGAR" bir ülkede yaşamaktan yana kullananlar.Sonra da eşine dostuna yurtdışından mailler yollayıp, "Vatan sevgisi, bölünmez bütünlük, şehitlerin kanıyla sulanmış kutsanmış toprakları "Ya sev; Ya terk et" sloganlarını yollamak.Garip çelişki doğrusu.
Bazılarımız ise, yaşanan savaşın sorumluluğunun tamamını Filistin Halkı'na yüklüyor: "Zamanında topraklarını İsrailliler'e satmasalardı, onları ülke sahibi yapmasalardı, şimdi bunlar olmayacaktı.Sen toprağını sat, sonra da zavallı durumuna düş.Satmayacaklardı.Satarlarsa sonuçlarına da katlanırlar, işte böyle"
Peki ya biz? İngiliz'e, Fransız'a, Alman'a, İtalyan'a ,Arap'a verimli topraklarımızı, zeytinliklerimizi dönüm dönüm ,(siteler, villalar yapılsın, "Ceplerimiz döviz görsün, hayatımız kurtulsun,bir oh diyelim" diye) satmadık mı? Fabrikalarımızı, devlet işletmelerimizi üç kuruşa vermedik mi?
Türk bildiğimiz pek çok marka artık bizim değil. O ürünleri üretenler artık biz değiliz, ama bazıları hâlâ kuruluş adları ile varlıklarını sürdürüyorlar. Memleketimin insanı da ismi Türkçe görünce, kendi malı sanıp alıyor.Hani bir zamanlar kutladığımız "YERLİ MALI HAFTASI"nda bize öğrettikleri slogana ne oldu?
TÜRK MALI, YURDUN MALI ONU HERKES KULLANMALI" ???
VURULDUK EY HALKIM UNUTMA BİZİ!
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi…
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…
19 Ocak 2009 Pazartesi
Հրանդ Տինք - FIRAT - HRANT DİNK
Bugün Şişli'de Halaskârgazi Caddesi üzerindeki Agos Gazetesi'nin önünde binlerce sızlayan yürek bir olduk.
14 Ocak 2009 Çarşamba
KIRDIĞIMIZ OYUNCAKLAR
Bir diğer oyuncağım, babamın hediyesi olan küçük piyanodur. Onu paketinden çıkardığımda şaşkınlıktan nutkum tutulmuştu.1970'li yıllar için olağanüstü bir oyuncaktı.Sabah ilk işim onu arkadaşlarımla tanıştırmak oldu.İlk tanışma, komşumuz Gülhanım Teyze'nin torunu(anne ve babası Almanya'da gurbetçilerindendi) Sema ile gerçekleşti. Sema önce ne olduğunu algılayamadı.Ta ki ben tuşlarına basıp, bir şeyler çalamayıncaya dek. Ben demirli pencerenin içinde , o dışında piyanoyu keşfetmeye çalıştık.Piyanoma da,gözüm gibi bakıyordum. Evimize gelen çocuklar onu görür de alırlar diye, büfenin içinde saklıyordum.bebeğim büfenin üstündeydi ve albenisi olsa da bebekti.Ancak piyanonun acayip bir çekim gücü vardı.Hangi çocuk olsa,görür görmez ona dokunmak isteyecek ve bu istek önü alınmaz şeklide o kişiyi sarıp sarmalayacak ve...Büyüdüm, ama hayranlığım ve keşfim hiç bitmedi.Bazen elime alır değişik şekillerde tuşlarına basar ve kendimce melodiler çıkarmaya çalışır, çocuk oluveririm.
UFUK. Sahip olduğum ilk oyuncağım. Ben, Bakırköy-Yenimahalle-Sümerbank Evleri'nde dünyaya gelmişim.Bu evler iki katlıydı.Üst katında kiracı olarak 3 çocuklu(Metin Abi, Sibel Abla,Sevgi Abla) bir aile(Nermin-Sahip Kıratlı= Komşu Annem ve Komşu Babam) yaşıyordu.Biz alt katta idik.Beni çocuklarından biri gibi severlerdi.Emeklemeye başladığımda gizlice merdivenlerden çıkar, yukarı kattaki kalabalık aileye katılırmışım.Komşu Annem'in kız kardeşi Almanya'daymış.Bir de oğlu varmış; Ufuk. Benim doğduğum haberini alınca, Türkiye'ye izine geldiklerinde bana oradan bir oyuncak getirmişler.Annem de oyuncağımın ismini UFUK koymuş.Biz o evden, ben 2,5 yaşındayken Küçükçekmece-Tepeüstü'nden ev aldığımız için taşımak zorunda kaldık.Ama bu ayrılığa ve yeni eve annemle ben, 1-1,5 yıl kadar alışamadık.Ben sürekli "Anne evimize gidelim, ben burayı sevmedim."; annem ise "Buralara nasıl alışacağım?"diye ağlayıp durmuştuk.Ama zamanla insan herşeye alışıyor. Yenimahalle'den, Komşu Annemler'den, Ufuk Abi'den tek kalan hatıra olark sakladım, mızıka çalan çocuğu.Nedendir bilmem, hep bana mahsun, garip gelmiştir,Ufuk.Belki Ufuk Abi'nin annesini gencecik yaşta göğüs kanserinden kaybetmesinden, belki de yaşadığım ayrılık acısıyla bu mızıkacı çocuğu özdeşleştirdiğimden.Kimbilir?