26 Nisan 2009 Pazar

DELİ DELİ OLMA

Baş rollerde; Şerif Sezer ve Tarık Akan. Oyuncu kadrosunda ayrıca; Levent Tülek, Zuhal Topal, Barış Üregül, Deniz Arna, Korel Cezayirli, Cemile Nihan Turhan, Ozan Erdoğan yer alıyor.

"DELİ DELİ OLMA" sözü Kars'ta “Aklını başına al” anlamında kullanılılıyormuş.

Bu filme Döne ile birlikte gittik.Tam bir insanlık durumu hikâyesi. Çok duru,temiz ve içten bir anlatım.Mişka(93 Harbi'nde Çar'ın zoru ile Kars'a göç eden Malakan Kavmi'nin son temsilcisi) ile köyün korkusundan titrediği yaşlı,huysuz kadın Popuç'un arasındaki ilişkiyi anlatıyor.Popuç ölesiye bir kin ve nefret duymaktadır Mişka'ya.Buna karşılık Popuç'un küçük kız torunu tam tersi bir arkadaşlık kurar, Mişka ile ve hikâye bir piyano etrafında gelişir.Senaryonun dışında beni etkileyen; doğa görüntüleriydi.Filmi uzun uzun anlatmayacağım.merak edin ve seyredin istiyorum,çünkü.

NOT: Film eksi 28 derecede çekilmiş.Sırf bu zorluğa karşın verilen emek için bile gidilir bu filme.
Bu arada Levent Tülek'in oyunculuğuna da diyecek yok doğrusu.

SLUMDOG MILLIONAIRE

Filmin ilk sahnesinden son 20 dakikasına kadar gözümü kırpmadan izledim.Müthiş bir hikâye.Zekice bir örgüye sahip.Hikâyeden daha da etkileyicisi görüntüler.O görüntüler,mekanlar tamamen olduğu gibi çekilmiş yani ;gerçek! Ve seyirciyi içine çekiyor.Her kare "Hadi canım, yok artık!" dedirtiyor. Küçücük çocukların onca kötülük içinde nasıl varlık sürdürdüğüne, hayatta kalabildiklerine şaşırıp şaşırıp, duruyor, insan.Hele de o yarışma.Soruların (hele hele de varoşlarda yetişmiş bir gencin cevapları gözü kapalı) bilinmesi karşısında nutkum tutuldu.
Ancak dediğim gibi son 20 dakikaya kadar.Sonu klasik Bollywood tarzında Mutlu, masalsı sonlardan hoşlananların seveceği bir tarz.Şimdiden iyi seyirler dilerim.

30 Mart 2009 Pazartesi

GÜRBÜZ HOCA'NIN ARDINDAN AĞIT

GÜRBÜZ HOCA'mızın ardından eşim Serdar Doğan'ın yazdığı "AĞIT" diyorum.

28 Mart 2009 Cumartesi

GÜRBÜZ ERGİNER (Quetzalcoatl)

ANKARA ÜNİVERSİTESİ DİL VE TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ ETNOLOJİ BÖLÜM BAŞKANI değerli hocamız GÜRBÜZ ERGİNER'i bir trafik kazası sonucu kaybetmiş bulunuyoruz.

1994-1998 yıllarında her dersinde bize verdiği bilgiler,anlattıkları karşısında hayranlığımız kat kat artardı kendisine.Özellikle mitoloji alanında anlattıklarıyla biz efsaneler arasında müthiş yolculuklar yaşadık.

İnsanlarla bir süre yaşadın,onlara doğruları gösterdin ve uygarlığı öğrettikten sonra göklere geri döndün;göksel suların ve rüzgarların,sabah yıldızının ilahı Quetzalcoatl !

ZAMANIMIZIN PARADOKSU


Grammy ödüllü ABDli stand-up komedyen, oyuncu ve yazar GEORGE CARLIN, 71yaşında kalp yetmezliginden öldü.George Carlin Amerika'da 70 ve 80 li yilların bir komedyeni idi. Biraz ağzıbozuk olarak bilinirdi. 11 Eylül'den ve karısının ölümünden sonra söyle yazmıştı
Tarih icinde zamanımızın paradoksunu soyle sıralayabiliriz :

Daha yuksek binalarımız,
ama daha kısa sabrımız var;
daha genis oto yollarımız,
ama daha dar bakış açılarımız var.
Daha çok harcıyoruz,
ama daha az seye sahibiz;
daha fazla satın alıyoruz,
ama daha az hoşnut kalıyoruz.
Daha buyuk evlerimiz,
ama daha küçük ailelerimiz;
daha cok ev gereçleri,
ama daha az zamanımız var.
Daha cok eğitimimiz,
ama daha az sağduyumuz;
daha fazla bilgimiz,
ama daha az bilgeliğimiz var.
Daha cok uzmanımız,
ama yine de daha çok sorunumuz;
daha cok ilacımız,
ama daha az sağlığımız var.
Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz,
çok savurganca para harcıyoruz,
çok az gülüyoruz,
çok hızlı araba kullanıyor,
çok cabuk kızıyoruz,
çok geç saatlere kadar oturuyor,
çok yorgun kalkıyoruz,
çok az okuyor
çok fazla TV izliyoruz
ve çok ender şükrediyoruz.

Mal varlıklarımızı çoğalttık,
ama değerlerimizi azalttık.
Çok konuşuyoruz,
çok az seviyoruz
ve çok sık nefret ediyoruz.

Gecimimizi sağlamayi öğrendik,
ama yaşam kurmayı öğrenemedik.
Yaşamımıza yıllar kattık,
ama yıllara yaşam katamadık.
Aya gidip gelmeyi öğrendik,
Ama yeni komsumuzla karşılaşmamak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var.Dış Uzayı fethettik,
ama iç dünyamızı edemedik.
Daha büyük isler yaptık,
Ama daha iyi işler yapamadık. Havayı temizledik,
ama ruhumuzu kirlettik.
Atoma hükmettik,
Ama önyargılarımıza edemedik.
Daha çok yazıyoruz,
ama daha az öğreniyoruz.
Daha çok plan yapıyoruz,
daha az sonuca varıyoruz.
Koşuşmayı öğrendik,
ama beklemeyi öğrenemedik.
Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak icin daha cok bilgisayarlar yapıyoruz,
ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.
Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ iliskilerin zamanıdır. Günümüzz artık, iki maaşın girdigi
ama bosanmaların daha cok oldugu,
daha süslü evler,
ama dağılmış yuvalarin olduğu günlerdir.
Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atilan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendigi,
ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız.

KARA DELİKLER , BEBEK EVRENLER


"Kara delik, astrofizikte, çekim alanı her türlü maddi oluşumun ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyecek derecede güçlü olan, kütlesi büyük bir kozmik cisimdir."
Bu küçük evrencik bizim bebeşimiz.Henüz 4 haftalık(1aylık) hali.Ondan haberdar olduğumuz tarih ise 10 mart 2009/saat:16:05. Sessiz, sedasız sürdürmüş varlığını içimde.Yaptırdığım kan tahlili sonucu ultrason tetkikinde "Merhaba!"dedik birbirimize.Her anne gibi şaşkınlık,mutluluk,inanamama ve ağlama durumlarını bir arada yaşadım.İkinci öğrenen eşim,canım Goncam'dı.Akşamı zor etti iş yerinde.
Hani tanımda diyor ya "...her türlü ...oluşumun..kendisinden kaçmasına izin vermeyecek derecede güçlü..." O tüm ilgiyi,sevgiyi,merhameti,koruma içdürtüsünü...Herşeyi ama herşeyi kendisine çekiyor.Artık hayatımızın merkezi O.Dünya O'nun çevresinde dönüyor.
Şimdi 9 haftalık oldu.Küçücük bir kalbi var, benim kalbimle birlikte atıyor.Ve beni bugüne dek hiç üzmedi,zorlamadı.Az az ama sık sık yememe izin veriyor.Özellikle yoğurt,peynir ve meyve çok seviyor.Sürekli konuşuyorum.Özellikle babasını anlatıyorum.Çünkü dürüst, namuslu,sevgi dolu,duygusal,merhametli,fedakâr,güçlü,adil,kimse için kötülük düşünmeyen,kötülük yapılsa bile karşılığında iyilik yapan....Daha pek çok güzel meziyeti olan bir babası var.Eşim,yoldaşım, canım Goncacığım!Bana verdiğin bu hediye için çok teşekkür ederim sana.
Şimdi tek dileğimiz 9 ay 10 günü sağlıklı,huzurlu bir şekilde geçirmek ve biricik bebişimize kavuşmak.
Bir dileğim daha var:Evlât sahibi olmak isteyen herkes dileğine kavuşsun!

19 Mart 2009 Perşembe

13 Şubat 2009 Cuma

SAİNT VALENTİNE


Efsaneye göre bütün tanrı ve tanrıçaların kraliçesi Juno (Yunan Mitolojisinde Hera), aynı zamanda kadınların koruyucusudur ve tanrıların kralı Zeus ile evlenmekle evlilik tanrıçası unvanını da almıştır. Eski Romalılar için Juno ve Zeus’un evliliği kutsaldır ve hatırlayalım ki bu evlilikten olan savaş tanrısı Mars, Roma’nın kurucusu Romulus’un babasıdır. Her 14 Şubat’ta tanrıça Juno adına yapılan kutsama töreninden bir gün sonra, baharın başlangıcı olarak kabul edilen 15 Şubat’ta, geçen bir yılın günahlarından arınmak; kadınların doğurganlığını, tarlaların verimliliğini artırmak ve sürülerin çoğalmasını sağlamak için “Lupercalia Festivali” adında bereket şenlikleri yapılmaktadır.


Genç kızlar 14 Şubat akşamı üzerine isimlerini yazdıkları parşömenleri ya da taşları büyük bir çömleğe bırakmakta, yani tanrıça Juno’ya sunmakta, 15 Şubat’ta bu çömlekten kendi isimlerini çeken genç erkeklerle birlikte olmaktadırlar.

Eski Roma’nın Hıristiyanlığı kabul etmesinden yüzyıllar önce başlayan ve pagan inançları doğrultusunda yapılan bu şenlikler Büyük Constantius’un Hıristiyanlığı resmen kabul etmesinden sonra da kilisenin rahatsızlığına rağmen devam eder. Gençlerin bu aşk festivalinden vazgeçmeye hiç mi hiç niyeti yoktur. Ancak Hıristiyanlığın güçlendiği M.S. 498’de Papa, ahlak dışı olarak ilan ettiği aşk kurasını ve pagan şenliklerini yasaklar. Ne var ki, şenlikleri yasaklamanın yeterli olmayacağının farkındadır ve bu boşluğu Hıristiyan öğretisine uygun, gençlerin de gönlünü hoş tutacak bir efsaneyle doldurarak sorunu çözer. 14 Şubat’ı da Aziz Valentine Günü olarak ilan eder:

EFSANELERİ:
Roma’da tahtı ele geçiren II. Cladius'un kuvvetli bir orduya ihtiyacı vardır.Ne var ki, Lupercalia Festivali'nde birlikte oldukları kızlarla evlenip yuvalarını kuran erkekler, ailelerini bırakıp savaşa gitmek istememektedirler. Çareyi ikinci bir emre kadar bütün evlilikleri yasaklamakta bulan İmparator, bu sayede oluşturduğu görkemli ordusuyla zaferlerine yenilerini eklerken, gençler de sevdiklerine kavuşamadan savaş meydanlarında ölüp gitmektedirler. Hıristiyan rahip yandan kutsal öğretilerini yayarken, bir yandan da genç âşıkları Hıristiyan inançlarına uygun bir şekilde gizlice evlendirmektedir. İmparator, Aziz Valentine’in izini bulmakta zorlanmaz. Valentine karanlık zindanda ölümünü beklerken,gardiyanı da üzüntü içindedir ve Gözleri görmeyen güzeller güzeli kız kardeşi Julia’dan rahip için her gün yemek hazırlayıp getirmesini ister. Gizli görüşmelerde rahiple kız birbirlerine aşık olurlar.Ne var ki tam da yürekleri aşk ateşiyle yanarken, Valentine için ölüm emri gelir… İdama gitmeden önce gardiyana kız kardeşi Julia’ya vermesi için bir kâğıt uzatan Valentine başı kesilerek idam edilir. Kartı eline alan Julia’nın gözleri de o anda açılır. Kartta, Valentine’in kanıyla çizdiği bir kalp vardır ve altında “From your Valentine” yazmaktadır.
Kilise 14 Şubat’ı Aziz Valentine Günü şlan eder.Nitekim 1415 yılında esir düşüp hapse atılan Orleans Dükü Charles, 14 Şubat’ta sevgilisine bir kart yollar. Zamanla sevgililere kart yazmak bir gelenek halini alır. Nihayetinde Amerikalıların 1800’lü yıllarda 14 Şubat’ı yeniden keşfetmesiyle, önce ilk ticari “Sevgililer Günü” kartları piyasaya sunulur, ardından kartın yerini değerli hediyeler almaya başlar.





Nitekim 1415 yılında esir düşüp hapse atılan Orleans Dükü Charles, 14 Şubat’ta sevgilisine bir kart yollar. Zamanla sevgililere kart yazmak bir gelenek halini alır. Nihayetinde Amerikalıların 1800’lü yıllarda 14 Şubat’ı yeniden keşfetmesiyle, önce ilk ticari “Sevgililer Günü” kartları piyasaya sunulur, ardından kartın yerini değerli hediyeler almaya başlar.

12 Şubat 2009 Perşembe

MAVİ


ÖZELLİKLERİ:Mavi renk,derin ruh dünyasını ve sonsuzluğu ifade ederken sakinliği,güven ve sadakat duygusunu sembolize eder.Yeteneğin,güzelliğin,barışın,sevginin,şifanın ve görev bilincinin rengidir.Mavi tedavi edicidir.Onur ve gurur yükler.

FİZİKSEL ÖZELLİKLERİ:Mavinin sakinleştirici ve dinlendirici özelliği olduğu gibi yüksek nabız,hipertansiyon ve ateşli hastalıklarda tedavi için kullanıldığında iyi bir şifacıdır.Bir başka deyimle kırmızının panzehiridir.Adet kanamaları ve adet sonlarında hanımlar bu rengi denge için kullanabilirler.

NOT:Sakinleştirici ve dinlendirici özelliğinden ötürü, Avrupa'da köprülerin korkulukları maviye boyanıyormuş. İntihar girişimleri engellensin, diye.

7 Şubat 2009 Cumartesi

SİCİLYA'DAKİ ÖLÜLER EVİ

Sicilya-Palermo'daki KAPUÇİN MANASTIRI'ndaki katakomptan bakan onlarca mumya.


Katakompa, ölülerin bekleme odasına açılan kapıya geliyorsunuz. Şaşırtıcı derecede büyük; yüksek, kemerli tavanları ve birbirine dik açılarla açılan upuzun koridorları var. Serin ve nemli; havada ekşi, baharatımsı bir toz ve çürüyen kumaş kokusu asılı. Güneş ışığı, yüksekteki pencerelerden dağılıp gelen solgun huzmelere dönüşüyor. Floresan ampullerin titreşen ışığı, havaya morgu andırır, cansız bir parlaklık ekliyor. Duvarlarda asılı, banklarda oturan, köhne kutularında dinlenen yaklaşık 2 bin ölü var burada. En iyi giysileri üstlerinde; mesleklerini ele veriyor. Burada onlardan başka hiç kimse yok



En yaşlısı 16'ıncı yüzyıldan kalma olan mumyalar arasında soylular, rahipler, bürokratlar ağırlıkta.Batı kültüründe ölü bedenler genel olarak ortada pek sık görülmez –üzeri örtülür ölümün, gözlerden saklanır. Burada ise ölüm gözler önünde; esrarengiz duruşlarından sanki kişisel tavırları ve özellikleri okunuyor. Cesetleri pek de sağlıklı sayılamayacak bir ilgiyle incelerken –demek ki ölüm işte böyle bir şeymiş–, yaşayanlarla ölüler arasındaki en büyük farkın, ölülere, yaşayan insanların asla hoş görmeyeceği bir şekilde, çok yakından, büyük bir merakla, gözlerinizi dikip bakabilmek olduğunu fark ediyorum.

Mumyalar içinde en gencinin ise 1918'de doğup 1920'de ölen iki yaşındaki Lombardo isimli kız çocuğuna ait olduğu açıklanıyor.
Doktor Solafia tarafından hazırlanan bira ağırlıklı bir sıvının içinde korunan bu ceset, cam bir tabutun içinde sergileniyor ve bu sıvının içeriği henüz tam olarak bilinmiyor.( Yazı: A.A.Gill)

Fotoğraflar ve bilgiler:Natıonal Geographıc


KÜRT KIZLARIN SÜNNET ÇİLESİ

Küçük yaşında kandırıldı.Komşu kızının doğum günü kutlaması olduğu söylendi ona.O çok sevdiği, yanında güvende olduğunu düşündüğü, kendisine zarar vereceklere karşı canını vermekten çekinmeyecek annesi tarafından hem de.Kapıdan içeri girdiğinde ne pasta, ne de bir kutlama vardı.Ne olduğunu anlamadan küçücük bedenini ellerini, kollarını kanatlarını yine annesi tuttu.Ancak bu sarılma yaşayacağı korkunç acıya karşılık kıpırdamaması içindi.

Yaşadığı belki de acısından üsütün geldi ki, avazı çıktığı kadar bağırdı korkudan!

Kadın nüfusunun yüzde 60'tan fazlasının sünnet edildiği Kuzey Irak'ta yetkililer, dünyanın dikkatini bu konuya çekmemek için, genç kızlarda fiziksel ve psikolojik sorunlara yol açan bu işlemi yasadışı ilan etmeye yanaşmıyor.Daha çok Afrika ülkeleri ve Ortadoğu'nun bir bölümünde görülen kadın sünnetinin dünyada en yaygın olduğu bölgeler arasında Kuzey Irak da ilk sıralarda yer alıyor.

Kadının cinsel arzularını kontrol altına almayı ve ruhunu temizlemeyi temel edinen bir yöntem.Kürt kızlarına uygulanan ve sağlık açısından hiçbir yararı bulunmayan bu işlemi “Allah için” yaptıklarını söylüyorlar. (İşin acı tarafı da bunu yapan yine bir kadın)

Bölgesel yönetimin insan haklarından sorumlu bakanı Yusuf Muhamed Aziz, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, 'toplumu ilgilendiren tüm küçük sorunlarla ilgili yasa çıkartmanın gerekli olmadığını' söyledi.

ISSIZ ADAM

Bu film neden bu kadar ses getirdi acaba?

Eşimle birlikte seyrettik filmi.Salonda genelde hep çiftler vardı.Kimi evli, kimi nişanlı, kimi de flört ediyor.Bazıları da "Hayat Arkadaşlığı" nda epey yol katetmiş. (ve eminim erkekler yanlarındaki bayanların ısrarları ile gelmişler)

Filmin sıradan bir konusu var, aslında.Evet aslında sıradan bir konu.Ancak Çağan Irmak bu sıradanlığın içine biraz aşk,azıcık cinsellik, bir ayrılık, biraz komedi,bolca nostalji (müziklerle)eklemiş ve seyirciye sunmuş.Özellikle de kadınlara hitap eden bir film.İçeriğinde, kadınları erkekler terkettiklerinde, kadınlara acı yaşattıklarında sonlarının nasıl olacağına dair açık seçik ve bolca mesajlar veriyor.Yani kadınlara tercüman oluyor:

"Yaaaa, işte bakın! Eğer elinizdekinin kıymetini bilmez, ondan vazgeçer ve terkederseniz mahvolursunuz, bitersiniz, tükenirsiniz, yaşayan ölüden farkınız kalmaz! Ona göre ayağınızı denk alın! Kadrimizi kıymetimizi bilin!"

Afişine bakınca bile anlıyorsunuz aslında konusunu.İleriye, geleceğe umutla, bakan mutlu kıza karşılık; terketmenin acısıyla yıkılmış ama kuyruğu dik tutmaya çalışan(bunun için de bir yere dayanmış), aklı, fikri, hayalleri, umutları, gözleri genç kadında takılı kalmış genç adam figürü.

Hayat bu her biten ilişki böyle sonlanacak diye bir kural yok, bence.

HAMAS'IN GELİNİ

Filistin'in Gazze Şeridi'ndeki aşırı dinci Hamas'ın Adalet Bakanı Faraj El Gul'un erkek kardeşi Fadel El Gul(35), Aida El Kuddumi(25) ile hayatını birleştirdi.Gelin gümüş payetli ve vücudunu tepeden tırnağa örten beyaz bir gelinlikle görülüyor.Kendisi evliliğinin ilk anlarında şu sözleri söylüyor:
"İslâm yolunda şehit olacak çocuklar yetiştireceğim."

Bir genç kadın neden "Hayata, benim yaşamıma güzellikler katacak evlatlar yetiştirmek istiyorum" yerine doğmamış çocuklarına vakitsiz ölümler yakıştırır?



26 Ocak 2009 Pazartesi

MISIR BEBEKLERİ


Trabzon'un sisli dağlarındaki mısır tarlaları,
oyuncakçı dükkânından farksızdır köy çocukları için.Mısır koçanından yapılan bebekler kız çocukların kollarında uyutulurken, erkek çocuklar mısır püskülünden bıyık ve saç yaparak komik olma yarışına girişirler.
Mısırı elinde oyuncak yapan çocuklardan biri olarak, ben, Kızılderili çocukların da aynı oyuncaklarla oynadıklarını bilmezdim.Mısır koçanından yapılan bebekler, Amerikan yerlileri tarafından kutsal törenlerde de kullanılırdı. 'Altı Uluslar' olarak da anılan ıraquois (İrakualar) yerlileri bu bebekleri rüyalara karşılık olarak yaparlardı.Mısır bebekleri tören sonrasında rüyadaki kötü ruhu kovmak amacıyla kırılırdı.

YARALI ÇOCUKLAR

Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği'ne üye olan ülkelerin, dünya silah ticaretinden ne kadar pay aldığını biliyor musunuz? Yüzde %80!..Bu oran bizlere, sözkonusu ülkelerin "Barış" söylemlerine itibar etmememiz konusunda bir uyarıdır.UNİCEF,1990'lı yıllarda iki milyon çocuğun silahlı çatışmalarda öldüğünü,üç katının ise sakat kaldığını bildirmiştir.Ölen çocukların sayısının yüzde 80'i, bir milyon altı yüz bin cansız,küçük beden demektir; ama bu ülkelerin 'uygar' olduğunun da altını çizmemiz gerekiyor.Uygarlar; ama kusursuz değiller.Kusurun ne olduğunu insanın canını alıp eşyalara zarar vermeyen nötron bombası için İsmail Uyaroğlu'nun yazdığı şiirden öğreniyoruz:

Yalnız bir ufak kusuru
Var bu bombanın
Oyuncağını bırakıyor,çocuğunu götürüyor
O kadar olacak artık, hoş görün
Neye yarar yoksa
Bunca teknik gelişme
Bir çocuğu bile
Öldüremedikten sonra

ANNE FRANK ÜŞÜYOR

Frank ailesi büyük kızı Margot'ya, 5 temmuz 1942 tarihinde toplama kamplarına gönderileceğini haber veren celp kağıdı gelir.Ertesi gün Otto Frank, Amsterdam'ın kanallarından birine bakan işyerinin arka odalarında eşi ve iki kızıyla birlikte Nazilerden saklanmaya başlar. Küçük kızları Anne, "Kitty" adını verdiği bir günlük tutmaktadır. Gizli bölmeye Peter adında oğulları olan Van Pels ailesi ve yaşlı diş doktoru Fritz Pfeffer de katılır. Sekiz insanın bir tek suçu vardır: Yahudi olmak!

Anne Frank için karanlık günlerin başlangıcı olan 1935 yılında, Yahudi çocukları aşağılamak üzere faşistler tarafından çekilen bir fotoğraf Berlin duvarlarına asılır.Gülümseyen bir kız ve erkek çocuğun görüldüğü fotoğrafın altında şu yazılıdır kocaman harflerle: "İki harika ari çocuk"... Alman ırkçılığının ve buna karşı olarak da Yahudi düşmanlığını körüklemek amacıyla fotoğrafı çekilen çocukların adları Herbert Levy ve Ellen Eva'dır...Ve bu 'harika' çocuğun anne ve babaları Yahudidir!

Çocuğun kullanıldığı çirkin savaş propagandalarından biri de, 1990'lı yılların başında, Amerika'nın Irak'a saldırdığı Körfez Savaşı'nda yaşanır.Amerika Birleşik Devletleri'nin televizyon kanallarında bir Kuveytli kız, Saddam'ın çocukları işkence yaparak öldürdüğünü anlatır gözyaşları içinde. Zavallı kızın sözlerinden tüm dünya etkilenir ve bu haber sonrasında Amerika yanlılarının sayısında artış görülür. Oysa, kız çocuğunun babası Kuveyt'in ABD elçisidir ve savaş için yalan söylemeye zorlanan çocuk, hayatında bir kez olsun Kuveyt'e gitmemiştir.

25 Ocak 2009 Pazar

TURNA KUŞU


Atom bombası atıldığında iki yaşında olan Sadako, on iki yaşına geldiğinde radyasyonun etkisiyle yatağa düşer.Bir Japon inancına göre kağıttan bin turna yapanın dileği gerçekleşirmiş.Ölümün pençesine düştüğünü öğrenen Sadako, hasta yatağında başlar kağıttan turna kuşları yapmaya!

5mayıs 1957'de 'Atom Bombası Çocukları' adına bir anıt dikilir Hiroşima'ya. Anıtın tepesinde omzuna turna kuşu konmuş bir kız çocuğunun heykeli vardır.Sadako Sasaki' dir heykeldeki çocuk...646. turna kuşundan sonra gözlerini kapayan Sadako'nun etrafındaki rüzgâr, kağıtlardan yapılan binlerce turna kuşunu uçurur yaz kış. On binlerce küçük el, savaşlar olmasın diye Sadako'nun bıraktığı yerden turna yapmayı hâlâ sürdürmektedir.




OYUNCAKÇI AMCA

Oyuncakçı amca,
Ne çok oyuncakların var;
Top, tank, tüfek, tabanca...
Gövdem titriyor,
Onlara bakınca!

N'olursun oyuncakçı amca,
Bundan böyle bizlere,
Oyuncak tüfekler yerine,
Ak yelkenli bir gemi,
Bir de süslü bebekler getir,
Unutma e mi?

Sonra oyuncakçı amca,
Senden aldığım tüfekleri,
Bozarak onlardan kuş yaptım,
Bana kızmazsın, değil mi?

(Kırdığımız Oyunaklar)

HUMBARA'DAN KUMBARA'YA

Humbara artık günümüzde kullanılmayan bir silahtır.Gülle şekllinde olan humbaranın içi metal parçacıkları şle doludur.Topla fırlatılan humbara, düştüğü yerde parçalanır ve etrafa birer mermi gibi dağılan parçacıklar insanların ölümüne yol açar.

Savaşların altında ekonomik çıkarların yattığını günümüzde artık çocuklar dahi biliyor.Kumbara,bu gerçeğin habercisiydi aslında; çünkü içini bozuk paralarla doldurduğumuz 'kumbara' sözcüğünün kökeni, bir silah olan 'humbara'dan gelmektedir.(Kırdığımız Oyuncaklar)




İşte benim çocukken harçlıklarımı biriktirdiğim kumbaram. Kenarında " Emniyet Sandığı" yazısı yeralıyordu. Paraları başının üstünde yer alan bölmeden atıyordum.Altında yarımay şeklinde bir alan vardı.İlk zamanlar burası kapalıydı.Sonradan bu alanı bıçak yardımı ile açmışız.(Annemle babamın izni dahilinde olsa gerek.Kendi başıma böyle bir şeye hem tehlikeli olduğu, hem de izin almadan teşebbüs edemezdim) İçinde epey bozuk para birikmişti.Hınzır arkadaşlarımdan birinin verdiği dahiyane fikirle, gidip alt bölmeden bozukluk almaya başladım.(Hiç kolay olmuyordu elbette.Çünkü paralar kolay gelmiyordu ve ben küçük çocuk parmaklarımı içine sokmak zorunda kalıyordum.Bu işi yaparken de parmaklarım yaralanıyordu,kimi zaman da kanıyordu)Paraları ne mi yapıyordum? Elbette bakkala gidip, sakız, leblebi tozu, dido falan alıyorduk. Bir süre sonra annem temizlik yaparken toz aldığı sırada kumbaranın hafiflediğini farketmiş olmalı.Beni karşısına aldı ve kumbaramdan para alıp, almadığımı sordu.Ben de açık ve net bir şekilde aldığımı söyledim.Ne de olsa o paralar benimdi ve istediğim gibi harcardım.Ancak annem bunu yapmamın doğru olmadığını, kumbaradan para aşırmanın değil; para biriktirmenin asıl amaç olduğunu anlattı.Üstelik neden hep ben para harcıyordum acaba? Neden arkadaşım hiç ısmarlamıyordu?Bir düşünmeliydim. Gerçekten o an kullanıldığımı ve paramın ne kadar azaldığını anladım. Bir daha da ellerim kanamadı.

Ne yazık ki, o da birgün kayıplar listesinde yerini aldı.Bu yazıyı okuduğumda internette kumbara resimlerine bakarken, benim kumbaramın aynısının fotoğrafını gördüm.Biranda o günlere geri döndüm; içim, parmaklarım acıdı.

24 Ocak 2009 Cumartesi

HER ÇOCUK BAŞKA BİR MELEK

Sevgili Doğasu. Yılbaşında ninesinin armağan ettiği (arkasındaki düğmeyi çevirdikçe elbisesi değişen) bebeği ile poz verirken ne de mutlu!















Adı: Çınar. O da yılbaşında hediye aldı. Siyah,havalı bir kadillak ve minik yarış arabası. keşfetmenin dayanılmaz mutluluğu gözlerinden okunuyordu.
Hüseyin. Kocaman, kaşlarına değen kirpiklerini kırpıştıra kırpıştıra bakan gözlerinde kötülük görebilir mi insan?
Irkı,kültürü,dili,dini ne olursa olsun.Onlar sadece çocuklar.Ve hepsi de masumlar.Barışı, insanlığı, doğayı, dünyayı,güzel olan herşeyi yok etmeye çabalıyoruz.Onlara borçluyuz.

KÜÇÜK KIZIN GURURU; BÜYÜK KIZIN UTANCI

Bugün Belediye Durağı'ndan metrobüse bindim, Levent'e gidiyorum.Haftasonu ve havanın bahardan emanet gibi olmasına rağmen çok kalabalık değildi.Henüz gençlikle çocukluk geçiş dönemi arasında sıkışmış bir genç "Buyur abla, otur."dedi ve yer verdi bana.Yolum uzun olduğu için, bana yer vermesine sevindim.Hemen kitabımı açtım, okumaya başladım ki, iki genç kız tam önümde durdular.Aralarında dikkatimi çeken bir konuşma başladı:


-Akşam, televizyonda Filistinli kızı seyrettin mi?
-Ay,evet.Ama üzüldüğüm ve dayanamadığım için kanalı değiştirdim.
-Evet ben de çok üzülüyorum.Ancak kanalı değiştiremedim.Biz onun yaşadıklarını yaşamadığımız halde,dayanamıyoruz, tahammül edemiyoruz.O ne yapsın? Kıza sordular "Senin için ne yapalım, aileni de Türkiye'ye getirelim mi? Kız ded ki : "Hayır! Ülkemi neden terk edeyim? Sadece ülkeme uygulanan ambargoyu kaldırsınlar!" Savaş olmasına rağmen, ülkesini terketmiyor. Gurura bak be!

Televizyonu seyretmemek, gerçekten görüntülere dayanamadığımız için mi; yoksa vicdanımızın sesini kısmak için mi? O görüntüleri ekranımızdan silebiliriz, ama hayattan asla!

Savaşa rağmen ülkesini terk etmeyen bir kız çocuğuna karşılık, ülkedeki olumsuzluklarla savaşmaktansa tercihini "UYGAR" bir ülkede yaşamaktan yana kullananlar.Sonra da eşine dostuna yurtdışından mailler yollayıp, "Vatan sevgisi, bölünmez bütünlük, şehitlerin kanıyla sulanmış kutsanmış toprakları "Ya sev; Ya terk et" sloganlarını yollamak.Garip çelişki doğrusu.

Bazılarımız ise, yaşanan savaşın sorumluluğunun tamamını Filistin Halkı'na yüklüyor: "Zamanında topraklarını İsrailliler'e satmasalardı, onları ülke sahibi yapmasalardı, şimdi bunlar olmayacaktı.Sen toprağını sat, sonra da zavallı durumuna düş.Satmayacaklardı.Satarlarsa sonuçlarına da katlanırlar, işte böyle"

Peki ya biz? İngiliz'e, Fransız'a, Alman'a, İtalyan'a ,Arap'a verimli topraklarımızı, zeytinliklerimizi dönüm dönüm ,(siteler, villalar yapılsın, "Ceplerimiz döviz görsün, hayatımız kurtulsun,bir oh diyelim" diye) satmadık mı? Fabrikalarımızı, devlet işletmelerimizi üç kuruşa vermedik mi?

Türk bildiğimiz pek çok marka artık bizim değil. O ürünleri üretenler artık biz değiliz, ama bazıları hâlâ kuruluş adları ile varlıklarını sürdürüyorlar. Memleketimin insanı da ismi Türkçe görünce, kendi malı sanıp alıyor.Hani bir zamanlar kutladığımız "YERLİ MALI HAFTASI"nda bize öğrettikleri slogana ne oldu?

TÜRK MALI, YURDUN MALI ONU HERKES KULLANMALI" ???

VURULDUK EY HALKIM UNUTMA BİZİ!

Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.

Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.

Vurulduk ey halkım, unutma bizi…

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

19 Ocak 2009 Pazartesi

Հրանդ Տինք - FIRAT - HRANT DİNK

d. 15 Eylül 1954, Malatya - ö. 19 Ocak 2007, İstanbul)
Bugün Şişli'de Halaskârgazi Caddesi üzerindeki Agos Gazetesi'nin önünde binlerce sızlayan yürek bir olduk.

14 Ocak 2009 Çarşamba

KIRDIĞIMIZ OYUNCAKLAR























Şu sıralar büyük bir heyecanla okuyorum, "KIRDIĞIMIZ OYUNCAKLAR"ı.
Bu kitabı; 2005 yılında Tüyap Kitap Fuarı'nda, değerli sanatçımız, oyuncak dostu,Sunay Akın'ın güzel temennileri ile aldım. Okuma işini hep erteledim.Çünkü bu kitap beni çocukluk yıllarıma götürüyordu ve üzülerek hatırladığım oyuncaklarım gözlerimin önünde beliriyordu.Ben uzun yıllar oyuncaklarımı sakladım.Onlara gözüm gibi baktım.(Çünkü onlar çocukluğumu benim için saklıyorlar, bünyelerinde muhafaza ediyorlardı.)Ta ki üniversiteye gidene dek. Ben evde yokken, sevgili annem temizlik esnasında pek çoğunu ortadan kaldırmış.kimini atmış, kimini de Mustafa'ya(dayımın oğlu,canım kardeşim) vermiş.Ben eve geldiğimde yerlerinde göremeyince büyük üzüntü yaşamıştım. Bedenim parçalara ayrılmış ve uzaklara savrulmuştu.


Size biraz onlardan sözetmek ve de öncelikle bebeklerimden başlamak istiyorum:Sahip olduğum ilk iki bebek:İlkinin hammaddesi naylondu.Elimde biraz sıkı tutsam, parmağım içine girer ve düzeltmek için oldukça uğraşmak zorunda kalırdım.Rengi oldukça koyu, gözleri ise mavi idi.İlk bakışta onun zenci bebeklere öykünülerek yapıldığını hemen anlıyordunuz. Bu bebek oldukça gürbüz görünümlüydü.(Ne büyük bir tezat aslında.Afrika'daki pek çok zenci bebeğin açlıktan kemikleri sayılırken, bu bebek sanki olması gerekeni anlatıyordu) Üzerinde, gözlerinin rengine uygun açık mavi renkte, yazlık, askılı bir elbise vardı. Omuzlarından sırtına doğru uzanan askıları, çapraz şekilde birleşiyorlardı.(Bu elbiseyi dikiş konusunda değme terzilere taş çıkartacak kadar iyi olan Gülannem dikmişti) Bu bebeği büyük bir ihtimalle Nursel Ablam (büyüdüğü ve bebeklerle oynamaktan vazgeçtiği için) vermişti.




İkinci bebeğimi hatırladığım kadarıyla annemle babam almıştı.Darbelere karşı dayanıklı olsun diye, sert bir maddeden yapılmıştı.Kolay kolay zarar görecek gibi değildi.Yatırdığım zaman yeşil-mavi karışımı renge sahip, uzun kirpikleri olan güzel gözleri kapanırdı.Bir de yatarken kısa ama etkileyici şekilde ağlardı.Sebebini bilemediğim bir öfke nöbeti sırasında, hırsımı alamamış olmalıyım ki( bir de onun zarar görmeyeceğini, çok dayanıklı olduğunu düşünerek) bebeği bacaklarından tuttuğum gibi başını duvara vurdum.Bir anda cılız, bozuk ama uzunca bir ağlama sesi çıkardı.Bu sesle kendime geldim. Hemen bebeğimi dik konuma getirdim.Ne yazık ki, darbenin etkisiyle gözleri içine kaçmıştı.Bir anda içimi büyük bir vicdan azabı sardı( ve bu azap yıllar geçtikçe hüzne ve acımaya dönüştü) Bebeğimi kör etmiştim. Artık ne ağlıyor, ne de gözlerini açıp-kapatabiliyordu. Ben daha yaşadıklarımın şokunu atlatamamışken, annem geldi ve bana " Ne yaptın? Bak bebeğini kör ettin! Artık eskisi gibi olamayacak!" demez mi? O anda zaman durdu.Ben, zamanın geri gitmek, bebeğimi kurtarmak için duruduğunu düşündüm.Meğer duran zaman değil, benim zihnimmiş. Bu olaydan sonra uzun zaman bebeğimle oynayamadım.Her aklıma geldiğinde o azap da geri geliyordu.Bir taraftan da neden bu kadar kolay kırıldığına kızıyordum.(Üzüntümü hafifletmek için olmalı) Hatta kıyafetlerini bile çıkarmıştım, kızdığım için.Arada bebeğimi alıp,babamın yanına gidiyor, "Hadi senin ince testerenle kafasının birleştiği yerden keselim, gözlerini tamir edelim"diye başının etini yiyordum.Sonunda benden bıkan babam, dediğimi yapmaya karar verdi.Ancak bebeğim o kadar sertti ki, kesmekte başarılı olmadı.Bana da "Artık böyle oynayacaksın onunla.Bak kesilmiyor" dedi. Mecbur durumu kabullenmeye çalıştım,ama beceremedim.Sonunda onu, rahat edeceği, huzur bulacağına inandığım, elbise dolabıma kaldırdım.Oynamaya doyamadan erkenden ayrıldık,onunla. Ben büyüdüm, ama hiç unutmadım ilk bebeklerimi.Diğer oyuncaklar gibi onların kaderi de başka çocuklara gitmek oldu.(Benden habersiz) Vedalaşamadık bile onlarla.Keşke hep benimle kalabilselerdi.Belki kör olan bebeğimi tamir etme şansım da olurdu.




Bebeklerimden en şanslısı ve en havalısı ise Ebru Halam'ın Almanya gezisinden getirdiği bebektir. Gitmeden önce bize gelmiş ve bana ne istediğimi sormuştu.Ben de bebek istemiştim(her küçük kız gibi) Halam siparişimi vermek için geldiğinde, müthiş heycanlanmıştım.Daha kapıda,içeriye girmeden bebeğimi sorduğumda "Ay, ben senin bebeğini unuttum."demez mi? Ben başladım ağlamaya.Böyle bir tepki vereceğimi kimse tahmin etmedi herhalde. Babam ve annem (biraz da utandıkları için herhalde) " Çok ayıp, sen halanı mı bekliyordun, bebek mi?" dediklerinde, çocuklara has dürüstlükle "Bebeğimi! Bana söz verdi, ama söz verdi!" deyiverdim.Daha fazla beni üzmek istemeyen halam poşetten bebeği çıkarıverdi. Ben hem utanarak, hem de büyük bir merak ve heyecanla elimi uzattım, alıverdim,beklediğimi.Ona gözüm gibi baktım.Biraz oynadıktan sonra başka çocuklar almasın, oynamasın, başına birşey gelmesin ve süsmüş gibi görünsün diye, büfenin üstüne konuldu.Sonra da gerçekten süs oldu.Yıllarca orada kaldı.Arada sırada oynadım.Elbiseleri ne kadar da gerçek gibiydi.Kırmızı deriden, kolsuz bir gömleği, lacivert-beyaz çizgili bir eteği, üstünde beyaz ponponu olan ve başında yan duran,siyah bir şapkası, papuçları ve çorapları, bir de diğer bebeklerde o zamanlar olmayan beyaz bir külodu vardı.Belki de büfenin üzerinden başka bir yerde durmadığı için, özel olduğu anlamı üzerine yüklendiğinden, annem onu kimselere vermedi. Hâlâ benimle beraber.Tanıştırayım :


















Bir diğer oyuncağım, babamın hediyesi olan küçük piyanodur. Onu paketinden çıkardığımda şaşkınlıktan nutkum tutulmuştu.1970'li yıllar için olağanüstü bir oyuncaktı.Sabah ilk işim onu arkadaşlarımla tanıştırmak oldu.İlk tanışma, komşumuz Gülhanım Teyze'nin torunu(anne ve babası Almanya'da gurbetçilerindendi) Sema ile gerçekleşti. Sema önce ne olduğunu algılayamadı.Ta ki ben tuşlarına basıp, bir şeyler çalamayıncaya dek. Ben demirli pencerenin içinde , o dışında piyanoyu keşfetmeye çalıştık.Piyanoma da,gözüm gibi bakıyordum. Evimize gelen çocuklar onu görür de alırlar diye, büfenin içinde saklıyordum.bebeğim büfenin üstündeydi ve albenisi olsa da bebekti.Ancak piyanonun acayip bir çekim gücü vardı.Hangi çocuk olsa,görür görmez ona dokunmak isteyecek ve bu istek önü alınmaz şeklide o kişiyi sarıp sarmalayacak ve...Büyüdüm, ama hayranlığım ve keşfim hiç bitmedi.Bazen elime alır değişik şekillerde tuşlarına basar ve kendimce melodiler çıkarmaya çalışır, çocuk oluveririm.


















UFUK. Sahip olduğum ilk oyuncağım. Ben, Bakırköy-Yenimahalle-Sümerbank Evleri'nde dünyaya gelmişim.Bu evler iki katlıydı.Üst katında kiracı olarak 3 çocuklu(Metin Abi, Sibel Abla,Sevgi Abla) bir aile(Nermin-Sahip Kıratlı= Komşu Annem ve Komşu Babam) yaşıyordu.Biz alt katta idik.Beni çocuklarından biri gibi severlerdi.Emeklemeye başladığımda gizlice merdivenlerden çıkar, yukarı kattaki kalabalık aileye katılırmışım.Komşu Annem'in kız kardeşi Almanya'daymış.Bir de oğlu varmış; Ufuk. Benim doğduğum haberini alınca, Türkiye'ye izine geldiklerinde bana oradan bir oyuncak getirmişler.Annem de oyuncağımın ismini UFUK koymuş.Biz o evden, ben 2,5 yaşındayken Küçükçekmece-Tepeüstü'nden ev aldığımız için taşımak zorunda kaldık.Ama bu ayrılığa ve yeni eve annemle ben, 1-1,5 yıl kadar alışamadık.Ben sürekli "Anne evimize gidelim, ben burayı sevmedim."; annem ise "Buralara nasıl alışacağım?"diye ağlayıp durmuştuk.Ama zamanla insan herşeye alışıyor. Yenimahalle'den, Komşu Annemler'den, Ufuk Abi'den tek kalan hatıra olark sakladım, mızıka çalan çocuğu.Nedendir bilmem, hep bana mahsun, garip gelmiştir,Ufuk.Belki Ufuk Abi'nin annesini gencecik yaşta göğüs kanserinden kaybetmesinden, belki de yaşadığım ayrılık acısıyla bu mızıkacı çocuğu özdeşleştirdiğimden.Kimbilir?